Dünya üzerinde şu an sekiz milyar insan yaşıyor. Bu cümle kulağa büyük bir sayı gibi geliyor ama işin çarpıcı kısmı şu: Bu sekiz milyar insanın sadece yüzde dokuzu, yani 720 milyon kadarı gerçekten "rahat" bir hayat yaşıyor.
Geri kalan yaklaşık 7.3 milyar insan, ya kıt kanaat geçiniyor ya da doğrudan hayatta kalma savaşı veriyor. Üstelik bu uçurum gittikçe büyüyor. Dünya nüfusu 2050’de 9.7 milyara ulaştığında, bugünkü sistemle bu farkı kapatmak değil, daha da derinleştirmek dışında elimizde başka bir senaryo olmayacak.
Evet, belki kıyamet senaryolarına inanmak kolay değil. Ancak rakamlar, politikacılardan daha dürüst konuşur. Mesela biliyor muydunuz? Dünya servetinin yüzde 50’sinden fazlası, sadece yüzde 1’lik bir azınlığın elinde. Dahası, 2023 itibarıyla dünya genelinde servet sahibi ortalama bireyin elinde 15.000 dolar bulunurken, medyan yani ortadaki bireyin elindeki gerçek servet sadece 5.000 dolar. Yani servet dağılımı öyle bir çarpık ki, ortalama bile gerçeği gizliyor.
Peki bu tabloyu kim yönetiyor? Artık savaşlar tanklarla değil, verilerle yapılıyor. İnsanlar kurşunla değil, algoritmalarla vuruluyor. Göçmen akınları, pandemiler, iklim krizleri, enerji kısıtları derken dikkat ederseniz herkes “kontrolsüz gelişmeleri” konuşuyor.
Ama kimse, bu krizlerin kime yaradığını sormuyor. Pandemide milyarlar eve kapanırken, dünyanın en zengin 10 kişisinin serveti ikiye katlandı. İklim krizi adı altında yapılan tarım regülasyonları, küçük çiftçiyi oyundan düşürdü. Şimdi de iklim anlaşması ile yeni bir macera başlıyor. Yani krizler geliyor ama faturayı hep aynı sınıf ödüyor: alt sınıf.
Asıl tehlike burada başlıyor. Artık 3. Dünya Savaşı gibi klasik bir savaş senaryosuna gerek kalmayabilir. Çünkü insanlar ve ülkeler savaşmadan da "sistemin dışına" atılabiliyor. Düşünün, gelecekte CBDC adı verilen merkez bankası dijital paraları yaygınlaştığında; devlet size “bu parayı şurada harcayamazsın” dediğinde ne yapacaksınız? Ya da sosyal puan sistemine geçildiğinde, ‘uyumlu vatandaş’ puanınız düşük olduğu için trene binemediğinizde? Savaş dediğimiz şey artık cephaneliklerde değil, veri merkezlerinde saklanıyor.
Çin şimdiden bu düzenin prototipini gösterdi: Sosyal kredi sistemi. Davranışınıza göre size kredi veriliyor ya da elinizdeki dijital cüzdan kısıtlanıyor. Hindistan 1.4 milyar insana dijital kimlik dağıttı, şimdi bunu sağlık ve finans sistemiyle entegre ediyor. Avrupa’da iklim dostu olmayan alışverişleri kısıtlayan sistemler test ediliyor. Türkiye dahil 100'ü aşkın ülke merkez bankası dijital para hazırlığında. Bu ne demek biliyor musunuz? Artık sadece ne kadar paranız olduğu değil, nasıl bir vatandaş olduğunuz belirleyici olacak.
Ve bu sistem çalıştığında, “kimin yaşayacağına” savaşlar değil, sistem parametreleri karar verecek. Gıda yoksa, su azsa, enerji kısıtlıysa; bunlar adil şekilde paylaşılmayacak. Paylaşım, statüye, algoritmaya ve uyum düzeyine göre yapılacak. İşte bu yüzden diyorum ki, kıyamet bir nükleer savaşla değil; bir gün süpermarketlerde rafların boş kalmasıyla başlayabilir.
Felaket tellallığı yapmaya çalışmıyorum. Tam tersine çocuklarımızı geleceğe hazırlarken bunları da göz önünde bulundurmamız gerektiğini düşünüyorum. Çünkü bu düzenin gidişatı; sorgulamayan, veriye kör, teknolojiyi kutsal sayan bir kalabalığı sistemin dışına süpürecek.
Biz hâlâ sadece fiyat etiketlerine bakarken, birileri geleceğin kurallarını yazıyor. Savaşmayacaklar, çünkü artık buna gerek kalmadı. Biz zaten kendi sesimizi susturduk. Sadece yaşıyoruz. Sorgulamadan, şüphe etmeden, hesap sormadan..
Gelecek bizi beklemiyor. Gelecek, zaten inşa ediliyor.
Ve ne yazık ki... Herkes için yer yok.
YORUMLAR